top of page
Search

Onun bunun ne kadar kötü olduğunu konuşup kendini akladığın masalarda oturmayı mı seçeceksin?

ree

Kendimi kötü yazılmış bir filmin yan karakterleriyle dolu bir dünyada gibi hissediyorum. Herkes replikleri ezberlemiş: biraz tüketim, biraz kariyer, biraz “iyi insan” performansı. Kimse gerçekten birbirini görmüyor. İnsanlar, birbirlerinin hayatında sadece işe yaradığı sürece “var” sayılıyor. 

Ve dillerde de hep şu replikler:  

“Dünyayı yöneten zenginler insanları araç olarak görüyor.” 

“Güç odakları her şeyi mahvetti.” 

“Onlar kötü, biz iyiyiz.” 

Gerçekten mi? 

Hikâyeyi hep böyle kurmak ne kolay. 

Biz kimiz kuzum? 

Geçen gün ondört kişilik bir grupta yaşanan diyalog şöyle gerçekleşti:  

“Altın çıkarmak için birçok yerde toprak zehirleniyor, birçok köyün kasabanın su kaynakları tüketiliyor, ormanlar yok ediliyor ve maden işçileri üç kuruşa çalıştırılıyor. Bunun böyle olmadığını söyleyecek bir kişi var mı aramızda?” 

On dört kişinin tamamı “evet, böyle” dedi. Kimsenin itirazı yoktu. 

Sonra ikinci soru geldi: 

“Peki, kim altın almamaya söz verebilir şu anda?” 

Sessizlik. 

Kimse elini kaldıramadı. Kimse o sözü veremedi. 

Bu dehşete düşmemiz gereken bir sahne. Komik değil, normal değil. Ama gerçek. 

Bilişsel düzeyde herkes gerçekleri kabul ediyor: “Toprak zehirleniyor, köylüler, işçiler sömürülüyor, evet evet…” ama pratikte kimse altın almamayı taahhüt edemiyor. Neden? 

Çünkü;  

“Ben tek başıma neyi kurtaracağım, bari altın takmaktan da olmayayım.” Konforumdan olmayayım!  “Herkes takarken benim takmamam garip kaçar.” Sürüden kopamam! ve “Evet birileri kirletiyor ama o ben değilim.” dedi milyonlar… 

‘Ben değilim’ zincirlerini inşaa ediyoruz sessizce ve içten içe benim de onlardan olduğumu bilerek. Açık yalan! 

Neden yalan söyleriz? Güçsüzüz çünkü! “hem suçluyum, hem de zayıfım. Bir şey yapmıyorum” duygusunu taşıyamıyoruz. Bunun yerine yok gibi yapıyoruz, susuyoruz, konuyu değiştiriyoruz. Ve bir gün birisi gerçeği ima ederse ölesiye nefret ediyoruz. Kendimizden değil; ima edenden. 

Bunu insanları “kötü” ilan etmek için söylemiyorum. Ama şunu artık görmezden gelemeyiz: 

Biz değerlerimize göre değil, konforumuzu bozmayacak seçeneklere göre hareket ediyoruz. 

Gücümüz olmadığı için “masum” görünüyoruz, yoksa içerde çalışan algoritma, o “onlar” dediklerimizden o kadar da farklı değil.  

Birçoğumuzun, eleştirdiği güç odaklarından tek fark şu: Onların oyunları dünyayı sarsacak kadar büyük, bizimkiler ancak kolumuzun uzandığına zarar verebilecek kadar küçük ve görünmez. 


Bu bir “birilerini aklama” değil. Ahlak dersi de değil.

“Yalanı bırakın” çığlığı.

"Büyüyün ve sorumluluğunuzu alın" çağrısı.

Köprüden önce son çıkış tabelası. 


Ben de bu yığının içinde yaşayan yığında bir nokta olarak  “Bu yığın neden var?” diye soruyorum. Ve artık temelinde sevgisizlik yatıyor diye düşünüyorum. O kadar sevgisiziz ki kendimizden başka hiçbir şeyin önemi yok. Kendimizi de sevdiğimizden değil muhtemelen çünkü bir insan kendisini bile sevmeyi başarabilirse herşeyi sevebilir gibi geliyor.  

Eric Fromm “sevmek zor iştir” diyor. Ve bunun boş bir romantik laf olmadığını, tüm büyük dinlerin en başa sevgiyi koymasından anlayabileceğimizi söylüyor: Eğer bu kadar merkezdeyse, demek ki o kadar da kolay değil

Sevmek zordur çünkü bir ustalık gerektirir. 

Fromm’un dediği gibi sevgi doğuştan otomatik gelen bir duygu değil, öğrenilen, çalışılan, pratik edilen bir yetenek. 

Peki biz ne öğreniyoruz? 

İnsanları ürün gibi paketlemeyi ve ilişkilerin yatırım olduğunu öğreniyoruz.  

Kendimizi bile “nasıl biri olduğumuz” üzerinden değil, “piyasada ne ederiz?” üzerinden düşünüyoruz. 

Fromm buna “pazarlama karakteri” diyor: Benim kim olduğumdan çok, kaç para ettiğim, ne kadar alıcı bulduğum önemli. 

Sonuç? 

Sevilmek isteyen ama sevmeyi öğrenmemiş milyarlar. 

İçinde sevgi kapasitesi olan ama onu çalıştırmak yerine bambaşka kasları şişiren bir insanlık. 

Çünkü biz çoğunlukla değerlerimizle değil, konforumuzla karar veriyoruz. Ve bu kararı verirken de yanlış kası çalıştırıyoruz: Sahip olma kası, Tüketme kası, Kendini satma kası. 

Sevmeyi bilmeyen, sadece kullanmayı, tüketmeyi bilen bir tür olmaya doğru evriliyoruz. 

İnsanlığın çok sevgi dolu olduğuna dair bir naifliğim yok. Ama sevgisizliğin hiç olmadığı kadar hızlı yayıldığını hissediyorum. Bunun üstüne sayfalarca yazıp çizebiliriz; bir sürü neden ortaya koyup, sonra çürütüp, yerlerine yenilerini koyabiliriz. Uzatmadan sadece bir şeyi söylemek istiyorum; içimde kalmasın: Herşeyin bir tüketim nesnesine indirgendiği günümüzde sevgi artık bir deneyim ürünü olarak pazarlanıyor. Bu da sevgisizlik ateşini olanca hızla ve güçle harlıyor: “deneyim ürünü” sevgi iyi hissettiriyorsa sevgidir, iyi hissettirmiyorsa, çöptür.


Pazarlamanın denklemi çok basit: Kullan, iyi geliyorsa devam et, iyi gelmiyorsa at. Konforun herşeyden önemli! Tanıdık geldi mi?


Sen, ben, bizler birer film karakterleri olmamalıyız gibi geliyor ama yine de bu benim düşüncem tabii. Sen de bir ara sor kendine:


Bireysel çıkarlarınla çatıştığında bile doğruyu savunabilecek misin? Bir kişinin bile figüran olmasına dayanamam diyerek isyan bayrağını çekecek misin? Ya da akşam arkadaşlarınla onun bunun ne kadar kötü olduğunu konuşup kendini akladığın masalarda oturmayı mı seçeceksin? Kuzum sen kimsin? 


TURUNCU

 
 
 

Comments


© 2035 by The Artifact. Powered and secured by Wix

bottom of page